27 Ağustos 2008 Çarşamba

değirmenlerimiz

DEĞİRMENLERİMİZ (Ekmeğin Hikayesi):
www.isaalan.org Balıkesir-Kepsut-İsaalan köy sitesinden alınmıştır

İnsanlar dünya üzerinde yüzyıllardır karınlarını doyurmak için ekip biçmişler ve elde ettikleri tahılları öğütmek için de çeşitli alet ve makinalardan yararlanmışlardır.

Eski zamanda hatta kuraklık yıllarında özellikle buğday öyle hal almış ki, bir başak bile zayi edilmemiştir. Ekmek, yani buğday her zaman su gibi, hava gibi en büyük velinimet olmuştur ve saygıda kusur edilmemiştir.

Öyle ya; şimdi bizim hazır dört ayaklı masalar üstünde yemek yediğimize bakmayın. Biz önce yere bir yaygı yayarız ki ekmek kırıntıları etrafa saçılmasın, bir tek kırıntı bile yere düşmesin zaten Anadolu’ nun her yerinde bu böyledir.

Hani Karınca ile Ağustos böceğinin bir hikayesi vardır ya. Bakın ona benzer hikaye köyümüzde nasıl anlatılır.

Malumunuz coğrafi şartlarımız itibariyle arazi yapısı eğimlidir ve yollarımız da o zamanlar epeyce dardır. Köylü hasadını yani buğday ve arpayı bir elinde “orak” denilen alet ve diğer elinde “ellik” kesilen buğday destesini tutmaya yarayan ağaçtan yapılma parmakların geçtiği alet ile yapmaktadır. Hayvanların bakımı için saman çok önemli olduğundan şimdiki gibi tepeden değil, buğdaylar toprağa çok yakın dipten kesilirdi ki saman çok olsun.

Her tarlayı “meci” denilen konu komşu veya yevmiyeli köylüler biçerdi. Bu meci tarlanın bir başından sıralanır ve “çıkım” denilen biçecekleri bir yol tuttururlardı. Çıkım yolunu, mecinin içinde devamlı “iğner” denilen bir "baş kişi" yönlendirirdi.

Adet şuydu; öncelikle “iğner” e bir iki paket sigara verilirdi ve biçim sırasında tarlada bir kamlumbağa veya yabani arı peteği bulunursa tarla sahibine götürülür, tarla sahibi de birkaç kuruş adet olsun diye bozukluk verirdi.

Meci içinden biçiciye göre bir iki kişi kesilen buğdayları bağlamak için “demetçi” diye ayrılır, yine birkaç kişi bağlanacak demetler için “bağcıkcı” olurdu.

Meci’ lere sabah 10 gibi ve öğleden sonra günde iki öğün yemek verilirdi. Daha eskiden akşam üzerleri de yemek verilirmiş. Zaten işe o zamanların arabası eşeklerle gidildiğinden sabah herkes çıkıma durup bir çıkım çıkmadan tarla sahibi çoktan bayır ataşini yakıp tarhana tenceresini ocağa vurmuştur bile

Ama yıllardır yemeklerde değişmeyen tek şey helva’ydı; özellikle “çöğen helvası”. Bu helva öyle meşhurdur ki özellikle samanların samanlığa taşınmasından sonraki yemekte buna “ saman helvası” denilirdi. Bir zamanlar her ne kadar “köpük helva” çıktıysa da zaten pek sıcak olan havada bu helva çabuk şişip taşardı ve tavaya tencereye sığmazdı ama “çöğen” helvasının yerini hiçbir zaman tutamadı.

Temmuz’ un sıcağında hasat pek de zor olduğundan küçük çocuklar hep soğuk suyu olan çeşmelere gönderilirdi. Onların su getirmek haricindeki en önemli işi “kelle” yani dökülen buğday başaklarını toplamaktı ve hiçbir buğday başağı zayi edilmezdi. Orağım kesmiyor diyenlere de “ orak kesmez, yürek keser” derlerdi. Her biçicinin(genelde erkeklerin) cebinde bir “bileyi” taşı bulunurdu.

Erkekler sıcaktan korunmak için başına büyük mendil veya “üslük” dediğimiz bez bağlardı. Sonraları bu “kep” dediğimiz siperli şapka çıkmıştır.

Çalışmak ve çalışmak; durmadan elde orak sallamak. Birazda tecrübeli birinin yanına düştüyseniz belinizi bile doğrultamazdınız. Biraz dikilmeye dursanız “eğil, yoldan geçenler seni çalışırken görsünler” derlerdi. Elliği kırılan, parmakları şişen, gözleri kamaşan hepsi olurdu ama en güzeli de meci’ nin içinde yanık yanık türkülerin söylenmesiydi. Yoldan geçmeye görün, sanki Anadolu’ nun dört bir tarafından insanlar gelmiş yöre türküleri söylüyorlar sanırdınız. Kesilen buğday desteleri sıkılarak demet yapılır ve traktör neyim olmadığından öküz ve manda arabaları ile köyün harmanlık yerine getirilir, burada yine hayvanların çektiği döğenlerle sürülerek tınaz savrulurdu. (Döğen:Altına yarım kibrit kutusu büyüklüğünde yüzlerce çakmak taşı saplanmış yarım metre genişliğinde, yaklaşık 2 metre uzunluğunda ağaçtan yapılmış sürgü)

Yollar dar olduğundan sabah ezanından önce yola koyulurdu. Yola çıkarken ağaçtan yapılma arabaların tekerleri gıcırdamasın diye de manda boynuzunun içine koyulmuş katrandan bir horoz kuyruk tüyü ile arabaların tekerlekleri iyice yağlanır ve kızaklar (frenler) hazırlanırdı.Bu kızaklar fren görevi görürdü. Baş aşağı araba inerken tekerin biri bu kızağın üstüne oturtulur, baş tarafından da arabaya bir zincirle bağlanırdı. Yol kenarlarında atılmış bir sürü eski kızak görülürdü. Baş aşağı fren patlarsa o zaman kendinizi kurtarmak için arabanın önünden de iyi kaçardınız hani. Bu kızak patlamaları genelde arabanın devrilmesi ile sonuçlanırdı.

Siz gece yarısından sonra sanki köyde tek ben kalıyorum hissine kapılırdınız. Çünkü gün doğmadan demetler sarılmış, arabalar çoktan yola çıkmıştır bile.

Tabi geç kalanlar yolda zahmet vermekten geri durmazlar. Dolu arabalar aşağı inerken onlar geç kalmanın heyecanı içinde yukarı zorlarlar ki zaten dar olan yollar bir hengameye dönerdi. Kızağı tutmayanlar, dingili kırılanlar, “dor, di” sesleri ile hayvanları yönlendirmeye uğraşanlar.

Sabahın tatlı serinliğinde arabaların gıcırtılarını ninni sanırdınız. Hele birazda tam uykuyu alamadıysanız kendinizi başka bir dünyada, alacakaranlık kuşağında sanırdınız.

Gelelim hikayemize;işte böyle bir zamanda buğday yüklü bir araba yolda yıkılır ve buğday başakları yerde kalır. Çiftçi köydeki gelin ve oğluna yolda arabanın devrildiğini, başakların yolda kaldığını gidip onları toplamalarını ister.

Gençlere bu iş zor gelir “aman sıcakta boşver uğraşmayı” deyip yan gelip yatarlar ve yazın keyfini çıkararak buğday başaklarını toplamazlar.

Kış gelir kar kapıya dayanır hazır biter, babalarının evine giderler ve şunu sorarlar:”Baba yazın araba nereye yıkılmıştı”. Boşuna dememişler "yazın gölge hoş, kışın çuval boş".

Harman yerine gelen buğdaylar önce hayvanlar yemesin diye büyükçe bir yığın yapılırdı. İlk önceleri öküzlerin çektiği döğenlerle sürülüp el yabası ile tınaz savrulur, buğdayın saman ile tanesi ayrılırdı. Zamanla Köyümüze ilk deveboynu deniler patozlar girdi, sonra gelişmiş modeller derken bir çok yerde hasat 3-5 saat sürerken köyümüzün coğrafi şartları ve arazi engebeleri bakımından bugün buğdaylar birçok tarlada orak ile el gücüyle biçilmektedir. Son 10 yıldan bu yana ise biçer bağlar çıkmıştır. Hasat sonrası samanlar samanlığa taşınırdı. Rüzgarda harman yerinde saman uçtuğundan genelde rüzgarın yattığı gece yarısından sonra bu işe başlanırdı.Saman atmak için en ideal alet ağaçtan parmaklı "yaba" ydi.

Değirmene gidecek buğdaylar “tekne” içinde yıkanır, taşları ayıklanıp kurutulur ve un yapmak için değirmenlik hazırlanırdı.

Doğal olarak buğday yanında mısır da tarihte hiçbir zaman sofralarımızdan eksik olmamıştır.

Köyümüzde bulunan aşağıdaki ilk iki fotoğraf eski yerleşim olan köyümüz halkının bir zamanlar buğday, mısır ve nohut gibi tahılların öğütülmesinde kullandığını tahmin ettiğimiz iki taş parçası.

Altta bir ana taş vardır. Bu taş gayet düzgün biçimli üzeri kesilmiş bir koni görünümündedir ve yere sabitlenmiştir. Bunun üzerine şapka dediğimiz diğer üstteki taş geçirilir. Üstteki taşın yanında bu taşın yerdeki ana taş etrafında döndürülebilmesi için ağaç yeri vardır. Tahıllar üstteki taşın üstünden atılır, bir kişi üst taştaki ağaç ile taşı döndürür ve tahıl öğütülürdü.

Bu ilk öğütme taşı muhtemeler köyün orta yerinde bir yere sabitlenmiş olup, herkes faydalanıyordu. Çünkü yerdeki taş tahminen 150 kilodur.

Zamanla yukarıdaki taşların yerini her evde kullanılabilecek, tek kişinin kaldırabileceği ve yakın yıllara kadar köyümüzde kullanılan “ bulgur taşı” denilen, bulgur, tuz gibi maddeleri öğüten taş makinalar almıştır.

Yeldeğirmenleri: :

Köyümüzde bilinen en eski değirmen köyün kuzey tarafında Mart Sekizi denilen tepede kurulan yel değirmenidir. Bu değirmenin kuruluş tarihi bilinmemektedir. Aliş isminde biri çalıştırmıştır. Bugün 80 yaşında olanlar dedelerinin dedelerinden duyduklarına göre burada bir yel değirmeni varmış ve bir sebepten dolayı yanmış diye anlatılırdı. Bu değirmenin yandığı gerçektir şöyleki,

1948 yılında Mehmet Sayar ve Ramazan Sayar köy içinde köyün ilk mazotla çalışan motorlu un öğütme makinesini kurarlar.

1953 yılında Mehmet Sayar Balıkesir Davutlar Köyü’ nden bir yel değirmeni alır ve köye getirir. Köy yakınında en çok toylangaz (rüzgar alan/rüzgarın dağıldığı yer) olan yer Mart Sekizi tepesidir. Bir yer belirleyip temeli kazarlar. Yeri öyle tesadüf eder ki temel kazdıkları yer yandığı efsane olan ilk yel değirmeninin yeridir. Temelde birçok yanmış buğday bulurlar. Bu yel değirmeni de yıkılınca yerine bugün kullanılan köyün su deposu yapılmış, temel gayet derin kazıldığından kazım sırasında bile yanmış buğday taneleri bulunmuştur.

1963 yılında ise yine yine Yağcı Mehmet Sayar’ ın evinin yanına ikinci motorlu değirmen kurulur.

Mart Sekizi tepesindeki yel değirmeni 1 yıl çalışır. Bu değirmenin unu soğuk olurmuş. Anlatılana göre, yel değirmeni su değirmenine göre un öğütme taşlarının dönme hızı düşük olduğundan un soğuk çıkarmış ama bir topak buğday unundan da kocaman bir ekmek kabarırmış.

Su Değirmenleri:

Köyümüzde su değirmenlerinin tarihi bilinmemektedir. Köyümüze ilk su değirmenini kuran kişi Karaaliler Sülalesi'nden Mehmet Ali Dede'dir. Birini Nuri Karaman'ın değirmeninin sağ tarafında, Kara Mustafa'nın kışlasına bakan tarafta kurmuş, bu değirmen 1954 sel felaketinde yıkılmıştır. Diğerini ise tabaklık deresine kurmuştur. Mehmet Ali Dede, köye geldiği zaman günlerden Cuma olduğu anlaşılırmış. (Kaynak: Mehmet Ali ve Mehmet KARAMAN, 11 Mayıs 2008, Ayvalık)

Şu anda köyümüzde su değirmeni kalmamıştır.Hatırladığımız kadarıyla; Tabaklık Deresi üzerinde Halil Karaman değirmeni, Koca Dere üzerinde Nuri Karaman değirmeni ve çatak deresinde Yunuslar değirmenidir. En son Nuri’ nin değirmeni kapanmıştır. Zaten teknolijinin hızlı büyümesi, buğdayı yıkayıp ayıklayan ve “has un” dediğimiz hale getiren un değirmenlerinin çıkması su değirmenlerinin sonunu getirmiştir.

Köyümüzün en son değirmeni Nuri Karaman' ın olup, Kocadere üstündeki bu değirmenin çalışırken içinden foto

Su değirmenlerine su, 3-4 km uzaklıktan dere kenarından yapılan bir arktan getirilirdi. Su, değirmene girmeden önce “büvet” denilen bir su havuzu yapılır, bu havuzdan 15-20 metre uzunluğunda ucu gittikçe incelen su oluğu ile su, değirmen taşını döndürecek “çark” a verilirdi. Bu çark demirden bir mil ile değirmenin içindeki taşı döndürürdü. Bu taşlar "dişeme" denilen işlemle diş açılıp düzgün getirilip kullanılırdı. Birde bu taşların üstünde bir iki nal parçası asılırdı ki, bu nal parçaları haznede uğday bittiğinde ipi salınır ve doğrudan dönen taşın üstüne düşerek değme sirenlere taş çıkartacak şekilde ses çıkarırdı. Eğer değirmen köyünüze yakınsa bu sesi gece yarısı çağıldayan dere sesinden ayırt edebilirdiniz.

Su değirmenlerinde çağıldayarak akıp çarka vuran su sesine birde değirmen taşının dönerken çıkardığı ses eklenince kendinizi doğanın kalbinde sanırdınız.

Su değirmeninin unu sıcacıktır. Evlerde “elek” ile un kepekten biraz ayrılır ve hala kullandığımız taş fırınlarda pişirilirdi. Bu gün sadece unun hasını yeyip, sağlığımız açısından kepeğini unutuyoruz.

Siz değirmenciye bir “bohça” gömelim derseniz lezzet durağında durmuş oluyordunuz. Bohça, taze undan suyla orada karılıp hamur yapılır, zaten her değirmencinin “baca” dediğimiz içinde çeşitli odun kütüklerinin yandığı bir ocaklığı ve bu ocaklığın tabanıda tek taştan bir doğal fırını vardır. İşte bohçanın özelliği bu odun közlerinin içinde taşın üstünde pişmesidir. Bu tadı hiçbir fırında bulamazdınız. Bohça pişince değirmenci şöyle üstüne bir tereyağı ve birazda kırmızı biber döker, ardından onu lokum gibi dilerse ömrünüzde böyle bir tadı tatmadığınızı o zaman anlardınız.

Şimdi değirmenlerimiz yok, bohçalar artık taşın üstünde pişmiyor. Velhasılı buğdayın değirmene gidip un olup, ekmek yapılıncaya kadar bekleyecek sabrımız yok.

Hiç yorum yok: